Demokrat Zafer

Ahmet Koçak Yazdı; ÖZEL SINIF…

Köşe yazarımız Ahmet Koçak kaleme aldığı makalede;

Mesleğimin 23. Yılını çalışırken yaz tatilinde eve yakın bir okula tayin istedim. Gaziantep merkezde altı yıl çalışırken; mili eğitim yanlışlık yapmış, beni Araban ilçesinin bir köyünde üç yıl öğretmen, üç yıl da müdür yardımcısı olarak çalıştırmış. Halbuki; Araban ilçesine hiç gitmedim. Bu nedenle puanım da bir hayli yükselmiş, istediğim okulda ilk sıralara gelmiştim. Ben ne kadar itiraz etsem de bu hata düzeltilmedi. Emekli olduğumda hala o hata hizmet cetvelimde aynen duruyordu.

Atama yazım mart ayının başlarında geldi. İlişik kesip yeni okuluma gittim. “Hoş geldiniz!” diyen okul müdürü devam etti: “Hocam sana vereceğimiz sınıfı diğer beşinci sınıflarla üçer beşer dağıttık. Okluda iki özel alt sınıf var. Birinin öğretmeni on beş gün rapor aldı. Seni on beş gün o sınıfta görevlendirsem ne dersiniz?”

“Müdür bey ben sınıf öğretmeniyim biliyorsunuz yapamam ki.” dedim.

“Sınıf öğretmenleri her işten anlar. Yaparsın, yaparsın.” diye yanıt verdi.

Emir demiri kestirirmiş. Çaresiz sınıfa girdim. Dört kız, dört erkek öğrencim var. “Güzel! Sayıları az. Gediğim okulda elli sekiz öğrenciden sonra beni yormayacaklar. Sekiz çocukta ne varmış hallederim evvel Allah!” diye düşündüm.  Sınıfa girdim. Girdiğim hiç belli olmadı. Öyle ayağa kalkarak saygı gösteren falan yok. Sekiz çocuğun sekizi de ayakta; dövüşenler, kovalananlar, bağıranlar, ağlayanlar… Bir süre bekledim; “Çocuklar hepiniz yerlerinize oturun bakiiim!” dedim. Hiç oralı olmadılar, önemli (?) işlerine devam ettiler. Bağırmak zorunda kaldım. Yerlerine oturdular. İsimlerini öğrenmek için yoklama yaptım. Lise bir çağında iki erkek öğrenci dikkatimi çekti. Sürekli laf atıyorlar bana. Mustafa, İsmail’e diyor ki:

“Kim bu gıcık adam la? Ben onu hizaya sokarım. Bak, gör onu nasıl kaçırıyorum,”  İsmail:

“He la çok gıcık! Bize nasıl bağırdı?” Bütün söylenenleri duydum, duymazlıktan geldim. Derse başladım. Kitap okutup, yazı yazdırdım. Heceleyerek okuyorlar, kısa süre sonra dikkatleri dağılıp, “yeter sıkıldım” deyip okumayı bırakıyorlar. Ben de başkasına okutuyorum. Biraz sonra başlıyorlar yine sınıfta gezmeye, tozmaya, kovalaşmaya. Tekrar bin bir zorlukla yerlerine oturtup matematik işlemeye çalıştım. Kitaplarındaki işlemleri, boyamaları yaptırdım. Birinci ders bitti. Teneffüste öğretmenler odasına gittim. Hoş beşten sonra, tekrar sınıfa girdim. Kimse yok. Hepsi bahçede oynuyor, nöbetçi öğretmeni uğraştırıyorlar.

Böyle bir haftayı bitirdim. Bir teneffüsten sonra sınıfa girdiğimde İsmail’le Mustafa’nın köşede kavga ettiklerini gördüm. İsmail, Mustafa’ya avucundaki bir şeyle vurup duruyor. Koşarak gidip İsmail’in bileğinden yakaladım.  Benim boyuma yakın boyu var. Güçlü de. Neyse ki gücüm yetiyor. Bileğindeki nesne ile çekip sandalyeme oturdum. Yumruğunun içinde sivri ucu bir santim dışarıda on beşlik çiviyi tutuyor. Bereket ki; Mustafa’nın kabanı üzerinde de bir zarar vermemiş. Mustafa yediği dayağın etkisiyle sövüp sayıyor, bağıra bağıra ağlıyor. “Çiviyi bana ver,” dedim. “Bana ne vermem, vermem.” dedi.  Önce başparmağını kaldırdım. Başparmak öylece kaldı, kapatmayı akıl edemedi. Bu güzel! Sonra işaret parmağını, ardından diğerlerini kaldırdım. Beni izliyor, parmaklarını geri kapatmayı akıl edemiyordu. Serçe parmağının arasından tereyağından kıl çeker gibi çiviyi aldım. Olay hiç yaşanmamış gibi derse başladım.

Ders, çocukları konuşturmayı amaçlıyor. Sorular sorup, yanıtlar alınacak türdendi. Soruları sorarken Mustafa:

“Öğretmeni (öğretmenim demiyor)sen, bize gelsene?”

“Sağ ol Mustafa gelirim tabi. Size gelirsem bana ne ikram edersin?”

“Kısır yaparım.”

“Nasıl yaparsın? Anlat da öğrenelim.”

“Şimdi önce şehriyeyi ıslatırım…” derken İsmail:

“Lan salak! Kısır şehriyeyle mi yapılır?” diye araya girdi. Mustafa çok sinirlendi;

“Sen sus lan!” diye arkadaşını azarladı.

“İsmail sus anlatsın,” dedim devam etti:

“Onun üstüne salça koyarım. Ardından yoğururum…” ben dayanamadım:

“Yağda soğan öldürüp üzerine dökersin değil mi Mustafa?” dedim. Demez olaydım. Bir sinirlendi, gözlerini belertip:

“Sen de sus lan! Kısıra hiç soğan konur mu? Sen öğretmen olmuşsun, adam olamamışsın!”  dedi. Neye uğradığımı şaşırdım.  Yumruğunu havaya kaldırıp:

“Şimdi kodumu oturturum!” dedi, sustu. Belli morali bozulmuştu.  Alttan alıp:

“Neyse, devam et Mustafa,” dedim.

“Ha tamam. Bir daha lafımı kesen olursa keserim, ha bak!” diyerek devam etti.

Derse girerken,” İsmail okuldan kaçtı” dediler. Okul, İşlek bir caddenin üzerindeydi. Hemen müdür yardımcısına durumu anlattım. O dersime girdi. Cadde üzerinde İsmail’i aramaya başladım. Hızlı hızlı yürürken ilerde çantası sırtında İsmail’i gördüm. Sağdaki bir parka döndü, bir banka oturdu. Ben de sessizce gittim yanına oturdum. Bir ara baktı ben yanındayım. Hiç oralı olmadan tekrar kafasını çevirip etrafa bakmaya devam etti. Üç dakika konuşmadan bekledik. Sonra birden bana döndü:

“Senin ne işin var burada? Sınıfı neden yalnız bıraktın? Mustafa tüm çocukları döver şimdi. Hadi okula git,” dedi. Ben hiç oralı olamadım. Yanıt vermeden etrafa bakmaya devam ettim. “Sen kafayı yemişsin! Mustafa şimdi gebertiyordur arkadaşlarımı. Ben okula gidiyorum.” dedi ve yola çıktı, ben de peşinden yürüdüm. Birlikte okula geldik. Müdür yardımcısı:

“Ahmet Bey nasıl getirdin? Çok şaşırdım. Bir kere daha kaçmıştı. Ne kadar uğraşsam da getirememiş, annesini çağırmıştım.” dedi.  Ben de:

“Ben getirmedim, kendisi geldi.” dedim.

On beş gün o sınıfta devam ettim. Öğretmeni döndü ve kendi sınıfıma geçtim. On beş gün içinde daha çok şeyler yaşatan bu çocukların zor eğitimlerini, ailelerinin yaşadıklarını, o çocukları düşünürüm hep. Bu acımasız dünyada nasıl yaşarlar? Anne babalarının ölümü halinde nice olurlar…

ahmet.kocak16@hotmail.com

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ