Şöyle ki basite indirgeyerek özetlediğimizde CDS puanımızı (alınan kredinin ödenmeme riski) öncelikle çift, sonra da tek dijit rakamlara düşüremediğimiz sürece, yerli ve yabancı yatırımcıların ülkemizdeki en büyük “risk” olarak gördükleri aşağıdaki konularla ilgili “güven” temeline dayalı “yapısal reformları” gerçekleştiremediğimiz sürece, yaşadığımız problemleri ancak geçici olarak çözebiliriz. Maalesef güzel ülkemiz son dönemde CDS puanımız dikkate alındığında dünyanın en riskli üç ülkesinden biri (Arjantin ve Venezuela’dan sonra) haline geldiği konuşulmaktadır.
TL’NİN DEĞER KAZANMASI İÇİN NELER YAPILMALI?
Kalıcı bir sonuç elde edebilmek ve TL’nin tekrar değer kazanması için;
– Bütçe açığını azaltacak hamleler (üretimi artırarak ülkemize döviz kazandırıcı faaliyetleri artırıp, israf boyutundaki kamu harcamalarını kısıp, tasarruf yapmak),
– Cari dengeyi sağlayarak sadece rakamsal anlamda değil, gerçek anlamda cari dengeyi kurmak,
– Sosyal ve siyasal yaşamda yapısal reformları ve kanunları bir an önce hayata geçirmek (demokrasimizi tekrar kurumlarıyla güçlü bir şekilde tesis etmek için); yasama, yürütme ve yargı alanındaki bağımsızlığı sağlayacak, hak-hukuk temelli reformlar; eğitim, tarım, çevre ile ilgili temel reformları hayata geçirmek; siyasal istikrarı sağlayacak siyasal partiler yasasını değiştirmek; bağımsız medya; yolsuzluklarla mücadele; kamu görevlendirmelerinde liyakatı esas almak; merkezi ve yerel yönetim arasındaki çalışma uyumunu sağlamak artık çok elzem hale gelmiştir.
– Risk artıcı siyasal söylem, açıklama ve eylemlerden kaçınmak,
– Bağımsız ve tarafsız kuruluşlara (Merkez Bankası, YSK, Sayıştay, TÜİK vb.) tekrar eski güveni sağlayacak reformları hızla hayata geçirmek,
– Hem iç hem dış ilişkilerde ülke çıkarlarımız doğrultusunda çatışmacı değil, barışcıl söylem ve eylemleri ön plana çıkararak normalleşmeyi sağlayacak adımları atmak gerekir.
Yukarıda bahsedilen konuları ivedilikle eyleme dönüştürmediğimiz sürece ülke risklerin artışını ve ekonomik beklentilerin bozulmasını sağlar, yabancı ve yerli yatırımcıyı ürkütür ve TL’deki değer kaybının önüne geçemeyiz.
Bunların sonucunda ithal girdilere bağımlı olan üretim maliyetlerinin artışının önünü açmış, dış borçların yükselişini tetiklemiş, fiyatların ve enflasyonun hızlı yükselişini körüklemiş oluruz.
Görüldüğü üzere yaşadığımız krizin “nedeni” ekonomik olmaktan çok ekonomik olmayan nedenlerdeki “risk”lerin çok artmasından kaynaklanmaktadır. İktisat bilimini okuyan, bu konuda uzmanlaşan, yazan ve tartışan herkes bilir ki “faiz enflasyonun sonucudur, nedeni değil”dir.
Enflasyonu düşürünce (yapısal reformları sağlayarak üretim ekonomisine geçerek yukarıdaki ekonomik olmayan riskleri azalttığımızda) kendiliğinden faiz düşecek ve ekonomi dengesini bulacaktır.
Bu temel prensibin dışında, dışarıdan yapılan her türlü müdahale “geçici”dir, “kalıcı” değil!
Sonuç olarak, Türkiye’de bugün köklü kurumların yıpratılmasının, hatta bağımsızlıklarının tamamen ortadan kalkmasının, gerekli yapısal reformların hayata geçirilememesinin, yıllardır tanık olduğumuz sürdürülemez sağlıksız büyümenin (istihdam yaratmayan) bedelini çok ağır ödemekle kalmıyor; kronik çok yüksek işsizlik, çok yüksek enflasyon, döviz kurundaki aşırı pahalılık nedeniyle yaşamsal ürünlere mütemadiyen gelen zam halkımızın büyük bir bölümünü fakirleştirmekte, çok küçük bir bölümünü ise daha da zenginleştirmektedir.