“Gerçeği birebir anlatmak sinema değildir”
Medya, Kültür, Toplum Buluşmaları’nın dördüncüsü yoğun bir katılımla Beyoğlu Mephisto mekân sponsorluğunda gerçekleşti. Buluşmada Burçak Evren, “Gerçeği birebir anlatırsanız o zaman sinema olmaz.” derken, Özer Feyzioğlu ise “Biyografik filmlerde ve uyarlama eserlerde temelde aynı şeyleri söylediğimiz sürece içinde değişiklikler yapmak bana aykırı gelmiyor.” şeklinde konuştu.
Medya, Kültür ve Toplum Gazeteciliği başlığıyla Haziran 2018’de yayın ve faaliyet hayatına başlayan Anne ben gazeteci miyim? platformu; Ocak, Şubat ve Mart 2020 aylarında yoğun katılımla gerçekleşen ve her birinin sonuç raporunu basınla paylaştığı buluşmalarına pandemi nedeniyle ara vermişti. Platform, 25 Eylül itibariyle buluşmalarına kaldığı yerden devam edeceğini duyurmuştu. Beklenen buluşma geçtiğimiz hafta cumartesi günü gerçekleşti. Buluşma “Sinemada etik: Biyografi ve gerçek hayattan beslenen film ile dizilerde etik ölçüt ne olmalı?” sorusu üzerine gerçekleşti. Sinema tarihçisi, SİYAD ve TÜRSAK’ın kurucularından olan Burçak Evren ile Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu, Fatma, Kesişme: İyi ki varsın Eren gibi film ile dizilerin yönetmen ve senaristi Özer Feyzioğlu’nun konuşmacı olarak yer aldığı etkinliğin moderatörlüğünü ise gazeteci Ali Demirtaş üstlendi. Şiddet ile gerçeklik kavramının öne çıktığı buluşmada sinema tarihçisi Burçak Evren “Sinema ahlaklı olmak zorunda değildir! Biyografik filmler de her zaman dramatize edilebilir.” derken yönetmen, senarist Özer Feyzioğlu ise internetin yarattığı dijital devrimin insanların tükettikleri sinemasal içerikteki gerçeklik algısını değiştirdiğini vurguladı.
İzleyiciyi gerçeğe ikna etmek artık çok zor
Buluşmada ilk söz alan Özer Feyzioğlu konuşmasına şöyle başladı: “İnternetin yarattığı dijital devrim, insanların tükettikleri sinemasal içerikteki gerçeklik algısını değiştirdi. Dijital devrim hem tüketim mecrasında hem de üretim araçlarında büyük bir devrim yaptı. Kimi bunu demokrasi olarak değerlendiriyor, kimisi sanatın çöp olması olarak değerlendiriyor. Bu dünyaya ve sanata bakış açınıza göre değişir. O kadar çok şey çekiliyor ki artık, biz bir takım gerçek ve çok etkileyici olayları gerçekten iyi ve doğru çekilmiş haliyle gerçeğini görebiliyoruz. O zaman ben hangi kurguyu izleyiciye gerçek diye anlatacağım da karşımdakinde duygusal bir etki yaratacağım? Artık izleyiciyi hem kullandığınız dil olarak hem de anlattığınız öykü olarak gerçeğin ne olduğuna ve izlediği şeyin gerçek olduğuna ikna etmek çok zor. Bu nedenle belki bir tür tembellik, biz üretim tarafındakiler gerçek öykülerden yola çıkıyoruz ki bir anlamda bir-sıfır galip başlayalım. Ya da en azından mağlup başlamayalım.”
Sinema terbiye vermez, yönetmen de terbiyeli olmak zorunda değildir
Feyzioğlu’nun ardından söz alan Burçak Evren ise “Etik kime göre etik, kime göre değil? Kişilere göre değişken olan bir durumu var. Bir de gerçek nedir?” sorularıyla konuşmasına başladı ve şöyle devam etti: “Siz kimi zaman fotoğraf makinesi ile bile gerçeği alamazsınız. Yaptığınız kadraj bile bir yönlendirmedir. Çünkü o sizin gerçekliğinizdir. Sinema terbiye vermez, sinema bir şey de vermez. Yönetmen de terbiyeli olmak zorunda değildir. Terbiye de etik gibi izafi bir kavram. Sinemada bir tarafta özgün senaryolar vardır, bir de uyarlama senaryolar. Yönetmen uyarladığı esere ne kadar çok ihanet etti ise o kadar iyidir. Bu ne demektir? Yani eğer yönetmen bir romanı birebir olduğu gibi uyarlarsa şu soru ortaya çıkar: Yönetmen burada ne kattı? Tabii ki romanın ana fikrine ve ideolojisine saygılı olarak onu özgürce uyarlamalıdır. Çünkü kelimeleri kuracak, mizansen ekleyecek, dramatik bir yapı verecek, dahası onu görüntüye dönüştürecek ve kurgulayacak… Bir sanatçının yaptığını tekrarlamak bir sanatçılık değil, aksine uyarlama senaryolarında ihanet etmek, istediği gibi kurgulayarak yapması çok önemlidir. Aynı şey biyografiler için de geçerli. Siz bir biyografiyi kronolojik olarak hiçbir değişime uğratmadan, olayları ardı ardına anlatırsanız o hiçbir zaman bir sinema olarak ya da bir sanat eseri olarak izlenmez. Yönetmen mutlaka o yaşam biçimini bir de düşsel imgelerindeki yaşamla harmanlayıp onu bir bütün olarak sunmalıdır. Sinema terbiyeli veya ahlaklı olmak zorunda değildir ele aldığı konu neyi gerektiriyorsa, yaşamda bunun karşılığı ne kadarsa aynısını yapmak zorundadır. Onun için sinema kimilerine göre terbiyesiz, kimilerine göre de değildir. Bu nedenle mutlaka biyografiler sinemaya aktarılırken ikinci bir süzgeçten geçer. İkinci bir sanatçının o gerçeği kendine göre ama ana fikrine ve omurgasına bağlı kalarak, dilediği gibi yapabilir, bu yönetmenin özgürlüğüdür. Yönetmen gerçeğe ne kadar ihanet ederse ancak o kadar başarılı olabilir. Tam tersi durum ise geri teper.”
Son yıllarda yapılan en başarılı filmler Müslüm, Ayla ve Naim’dir
Son yıllarda yapılan en başarılı üç biyografik filmi ise şöyle açıkladı Evren: “Müslüm, Ayla, Naim. Örneğin Müslüm filmini düşünelim. Müslüm Gürses’in hayatını tümüyle bilenler, bu filmde onun karşılığının birebir olmadığını görürler. Ağabey, Müslüm Gürses, baba ve olaylar öyle değildir. Ama ana omurga ve onun yaşam öyküsünün dili doğrudur. Bunu süslemek yönetmene bırakılmıştır. Yönetmen elbette bir özdeşleşebileceğimiz bir kahraman yaratmak aynı zamanda da size onu izletmek için olayları farklı bir şekilde değerlendirir. Ayrıca biyografileri kronolojik bir sırayla anlatılmak zorunda değildir. Aynı zamanda biyografileri ve gerçek hayattan beslenen filmleri dramatize etmek gerekir. Bunu yapmadan o yapımın izlenmesi mümkün değildir. Dünyanın en güzel belgeseli bile eğer dramatize edilmediyse izlenmez. Peki gerçek yaşamdaki öyküye uymadığı için etik dışı mıdır bir film? Hayır değildir, o yaşam bir başka sanatçının elinde bir sanat eserine dönüşmek zorundadır. Bu nedenle o gerçek yaşam kurmaca yaşamla kaynaşmalıdır. Bu da sinemada mümkündür. Ancak şu da var. Siz bilinen bir öyküyü ideolojisinden ve omurgasından saptırarak anlatırsanız bu etik dışıdır.”
Gerçek kandırmaca bir laftır
Gerçeğin bir kandırmaca laf olduğuna dikkat çeken Özer Feyzioğlu ise aslında gerçek öykülerin söylemek istenilen sözler için birer taşıyıcı olduğunu vurguladı: “Birinin hayatını filme alıyor olabilirsiniz. Ama eğer sizin derdiniz ansiklopedik bilgiler vermekse o zaman zaten kaybetmeye mahkumsunuz. Siz sanatçı değilsiniz. Sizin yarattığınız eserin türü de giderek yarı belgesel film denen türe girer. Eğer siz o gerçek yaşanmış olayı kendi sözünüzü hayata dair söyleminizi ve duruşunuzu kullanarak aktarıyorsanız yarattığınız eser giderek bir sanat veya sinema eserine dönüşür. Biz üreten ve mesleği film yapan insanlar olarak bazen bir duygudan yola çıkıyor bazen de bir ticari fikirden yola çıkıyoruz. Çok samimi ve açık olmak gerekirse Naim filmi bir ticari fikirden yola çıktı. Ben bu süreçte Barış Pirhasan ile senaryoyu yazarken ve filmi çekerken bir tercih yaptım. Naim Süleymanoğlu gibi bir karakteri veya en sıradan insanı bile pek çok açıdan anlatabilirsiniz. O filmde benim yapmaya çalıştığım şey şuydu: Her kahraman bir kurbandır. Naim kendini toplumunun sesini duyurmak için kurban etmeyi seçti. Bu bir. İkincisi kurbanların ve kahramanların da bir duygusu vardır. Benim bu filmde tercihim Naim’i duyguları olan bir insan olarak göstermekti. Naim bir demir kaldırma makinesi, Naim bir madalya makinesi, Naim Bulgaristan’daki insan hakları ihlallerini dünyaya duyurmak için kendini feda etmiş bir kahraman… Naim milli gurur kaynağımız. Bunların hepsi filmde var. Ve biz bunlarla gurur duyuyoruz. Ama etik meselesi şurada devreye giriyor: Biz bunları bağırıp da arkasındaki insanı ihmal etmeye başlarsak ahlaksızca bir şey yaparız gibi hissettiğimiz için; bütün yapılandırmayı Naim’in bir insan olduğu hissini aktarmak üzerine kurduk. Yani eğer bu film bir şeyler başardıysa ve bir etki yarattıysa bunun altında yatan neden, Naim’in ansiklopedik bilgiler taşıyan hayatının yanında onun da bir insan olduğunu hissetmekte yatıyor. Biz yaratıcılar bu tür kavramları, uyarlamaları, gerçek hayatları, aslında söylemek istediklerimiz için bir taşıyıcı olarak kullanırız. Bence başarılı her biyografik filmin arkasında aslında rol çalmaya çalışan bir sanatçı olmalı.”
Kesişme: iyi ki varsın Eren filminde onların hayatlarını kutsamak istedik
Çekimlerini yakın zamanda tamamlayan Kesişme İyi ki Varsın Eren Bülbül adlı film hakkında da konuşan Özer Feyzioğlu şunları söyledi: “Müslüm, Naim… Buralarda kocaman dolu dolu hayatlar var. Şimdi biz Eren Bülbül ve Ferhat Gedik’in öldürülmeleri olayının filmini 120 dakikalık bir film olarak nasıl yapabiliriz? Bizler o filmlerde hayata ilişkin bir şey söyleyebilmek için o hayatları o acıları o duyguları bir taban veya taşıyıcı olarak kullanıyoruz. Bir sanatsal bir eser yaratmış oluyorsunuz eğer siz bir sanatçıysanız. Bunun üzerine bir de hayata dair söyleyeceğiniz bir şey varsa onun için de bir mecra olarak kullanıyorsunuz. Üçüncüsü de o insanlara saygı duruşunda bulunmuş oluyorsunuz. Aslında biyografi filmleri böyle temel bir uzlaşmadan oluşuyor. Tekrar Kesişme filmine gelecek olduğumuzda: Bu filmde de gerçek bir hayat var. Ama sonuçta beni ilgilendiren şey hayata ilişkin ne söylediğimiz. Biz bu filmde şunu yapmaya çalıştık. Ölümü, katledilmeyi, şehitlik kavramını, nefreti yaymak üzere değil de o insanların hayatını kutsayarak, hayatı, güzelliği, sevmeyi kutsayarak yapmak istedik. Bizim ele aldığımız açı hayatlarını kutsallaştırmak idi. Ben bu filmde katledilen iki kişinin birer insan olduğunu ve onlar katledildiği için can yandığını anlatmaya çalıştım.”
Filmlerin tümüyle gerçekliğe uyması mümkün değildir
Öte yandan biyografik ve gerçek hayattan beslenen filmlerde hak sahibi ailelerle yapımcı arasında yaşanan sorunların yüzde 90’ının telif meselesinden kaynaklandığını belirten Burçak Evren söz konusu sorunların filmin içeriğiyle ilgili olmadığını belirtiyor: “Örneğin Müslüm filmi için Muhterem Hanım’ın epey itirazı oldu. Bunun nedeni telif konusu ve bazı olguların gerçeklere uymadığı gerekçesiyle. Filmlerin tümüyle gerçekliğe uyması mümkün değildir. Olmaz da zaten. Bu sinemanın gerçeğine aykırı bir şeydir.”
Yönetmenlik benim için filmi değil izleyiciyi yönetme sanatı
“Sinemada toplumsal olarak negatif olduğu mutabık olunmuş bazı kavramlar var.” diyen Feyzioğlu bunu şiddet kavramı üzerinden örneklendiriyor: “Örneğin şiddet. Ama esas konu şiddeti göstermek ya da göstermemek değildir. Neye özendirdiğimizle alakalıdır. Şimdi bir film üzerinde çalışıyorum, çekmeye gayret ettiğim. Uluslararası bir iş birliği olacak her şey yolunda giderse. Amerika’da siyahilere yönelik şiddet varken Türkiye’de de kadına yönelik şiddet sorunu var. Ben bir sanatçı olarak diyorum ki o da şiddet bu da şiddet. Kötü kalpli insan şiddet konusunu çok güzel paketliyor. Hemen bir tartışma zeminine çekiyor. Haklı şiddet, haksız şiddet diye bir kavram çıkarıyor. Kabul edilebilir şiddet, kabul edilemez şiddet diye bir şey çıkarıyor. Hak etti, hak etmedi… Ben ise bir sanatçı olarak diyorum ki, hayır şiddet kavram olarak yanlış bir şeydir. Bu söz ettiğim film projesinde de şunu yapmaya çalışıyorum. Paralel iki hayat anlatıyoruz. Türkiye’de bir kadın filmin sonunda kocası tarafından öldürülecek, Amerika’da ise bir siyahi erkek filmin sonunda polisler tarafından öldürülecek. Ben burada şunu yapmaya çalışıyorum. Tartışmadan çıkarmaya çalışıyorum. Bu filmi umarım çekebilirsem içinde pornografik seviyede şiddet olacak. Ama bu pornografik şiddet sayesinde umarım birtakım insanlar şiddetten tiksinecekler ve şiddeti lanetleyecekler. Şimdi bazı filmler var şiddeti övüyorlar. İnsan öldürmeyi tahrik ve teşvik ediyorlar. Şiddetin haklı olduğu katmanları oluşturmaya çalışıyorlar. Ben her sanat eserinin izleyicide yarattığı duygu ya da onda yarattığı düşünce değişikliği aracı olarak görüyorum. Ben yönetmenliği film yönetme mesleği olarak görmüyorum. İzleyiciyi yönetme sanatı olarak görüyorum. Çünkü biz ya ideolojimizi ya da duygumuzu aktarıyoruz. Konu şiddet değil. Biz onu nasıl paketliyoruz. Şiddet içeriğiyle nereye ulaşmak istiyoruz. Bence etik kavramı burada devreye giriyor.”
Filmlerin illaki sizi eğitmesi gerekmez
“Televizyonda geçtiğimiz yıllarda bir dizi vardı adı Muhteşem Yüzyıl. Etik ve tarihi açıdan çok eleştirilen bir dizi oldu.” diyen Evren sözlerini şöyle sürdürdü: “Başta da dediğim gibi bir filmin ya da dizinin illa sizi eğitmesi gerekmez. İlle de gerçekleri söylemesi gerekmez. Bir film ya da dizinin gerçekleri anlatması ya da tarih dersi vermesi de gerekmez. Bu dizi oldukça eleştirildi ve siyasiler tarafından kaldırılması istendi. Ama televizyonculuk tarihinin en fazla izlenen dizisi oldu. Buna karşılık devlet televizyonu TRT tarafından alternatif bir dizi yapıldı. Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam adında. Çok büyük paralar harcandı ve büyük starlar bu dizide yer aldı. Ama bu dizi 4 bölümden sonra yayından kaldırıldı. Şiddette de etikte de ya da olguda da bakış açımız bu.”
Tarih belgelerle yazılır, sinema tarih dersi vermez
“Tarih belgelerle yazılır. Sinema tarih dersi vermez.” diyen Evren, sinemanın tarihi öğretmek ya da eğitim vermek gibi bir amacının olmadığının altını çizdi: “Belge yoksa tarih yoktur. Ama sinema belgelerle olmaz. Sinema düş ve imgeyle olur. Özgürlükle olan bir şeydir. Yönetmenin tarih veya gerçeklik algısıyla tarihçisi gerçeklik ve tarih algısı aynı değildir. Örneğin Osmanlı tarihini öğrenmek istiyorsanız tarih kitabı okuyun. Film veya dizi izlemeyin. Ama bir yönetmen olarak benim Osmanlı’ya bakışımı öğrenmek isterseniz benim filmlerimi seyredin derim. Tarihle, eğitim ve ahlakla sanatın hiçbir dalını bağdaştırmayın. Bir özgürken diğeri denetimlidir.”
Hayattaki söylemine sadık kalmak lazım
“Karşımızdaki kişinin ideolojisine ihanet etmemek kaydıyla herkes özgür yorumunu yapmaya muktedirdir.” şeklinde konuşan Feyzioğlu: “Tıpkı uyarlama eserlerde olduğu gibi insanların hayatlarına ilişkin filmlerde ve romanlarda onun hayattaki söylemine sadık kalmak lazım. Ben Naim’i alıp bambaşka bir karakter haline getiriyorsam, ben onu alıp doping kullanan, rüşvetle başarıya ulaşmış bir adam gibi gösteriyorsam saçmalıyorum ve ahlaksızca bir şey yapıyorum demektir. Ya da olayları değiştirmeyip temel olarak varmak istediği yere ilişkin başka şeyler söylüyorsam doğru bir şey yapmıyorumdur.” dedi.