MUSTAFAKEMALPAŞALI BİR MUCİT
Yetmişli yıllardı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde kimya mühendisliği bölümünde okuyordum. Köprübaşı’ndan Eskişehir Şeker Fabrikası’na giden Sivrihisar Caddesi’nin üzerinde iş hanları vardı. Solcu derneklerin bulunduğu iş hanının köşesinden döndüğünüzde köprü ve onu geçince otogar karşılar sizi. Tam köşedeki iş hanın altındaki geniş mağazada çeşitli makine ve ekipman; alet-edevat, otomobil yedek parçalarının yanı sıra makineleri döndüren geniş kayışların takıldığı tahta kasnaklar vardı. Kasnakları her gördüğümde seyrek görüştüğüm dedeme selam gönderirdim. Çünkü Türkiye’de ilk eklemesiz ağaç motor kasnağı yapan ve patentini alan kişiydi. Kendisiyle gurur duyuyordum. Büyük makinelerde kullanılan kasnaklar geçmeli yapılıyordu ve dayanıksızdı. Dedemin yaptığı motor kasnağı eksiz ve tek parçaydı. Çok dayanıklıydı. Döküm ve metal puliler (kasnaklar ) yaygınlaşana kadar müşteriler satın almak için sıraya giriyorlardı.
1976 yılıydı. Tesadüfen elime geçen Günaydın gazetesinin baş sayfasında dedemin yaptığı makineyle çekilmiş bir resmi ve makineyle ilgili haber vardı : “Türkiye’nin ilk fındığı kabuğunu ayıran makine yapıldı”. Evet dedem yaptığı yeni bir makineyle haber olmuştu. Defalarca okudum ve arkadaşlarıma okuttum.
Güllece köyünde doğan babam Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi. Mustafakemalpaşa’nın Alpagut ve Güllüce köylerinde öğretmenlik yaptıktan sonra askere gitmişti. Önce Polatlı Tank Okulu’na gitmiş, oradan Urfa’ya, sonra da Antep’e tayin edilmişti. Bizi de alıp oraya götürmüştü. 27 Mayıs Devrimi’nden sonra Yenişehir’in Subaşı Köyü’ne muhtar-öğretmen olarak atandı. Babam orada iki yıl kaldıktan sonra İnegöl’e tayin oldu. İlkokulu, ortaokul ve liseyi İnegöl’de bitirdim. Her yıl yaz tatil için Güllüce köyüne giderdik. Giderken annem yanımızdaysa, amcasına muhakkak uğrardık. Üniversiteye gittiğim yıllarda o zamanlar kasabanın çıkışında olan- şimdi tamirhanelerin bulunduğu Dana Çayırı mevkiindeki evine gitmiştim. Geniş bir bahçede küçük bir evi ve motor kasnağı imalatı yaptığı atölyesi vardı. Atölyenin önünde sarmaşıkların her tarafını sardığı bir kameriye ve bu kameriyenin ortasında küçük bir havuz vardı. Burada dinlenir, piposunu veya nargilesini içer, dostlarıyla buluşur, siyasetten, edebiyattan ve günlük hayattan bahsederlerdi. Politikayı sever, ülke sorunlarını konuşur ve çözüm üretirdi.
Kafkasya’dan sürgün gelen Çerkes göçmenlerin kurduğu Güvem Köyünde doğmuştu. Köyün ileri gelenlerinden Zekeriya Efendi’nin en küçük oğluydu. Küçük yaşta amcası Haşim Hoca’dan Kur’an okumayı, eski yazı yazıp okumayı, hesap yapmayı öğrendi. Babasının çiftliği Sarıkaya’da, sığır sürülerine çobanlık yaptı. Dedem, tarla ve hayvancılık işlerini hiç sevmedi. Çocuk yaşta, yanına köyden birini alarak Turfal dağında ormandan kestikleri ağaçlardan takunya yapıp kasabada satmaya başladılar. O yıllarda takunyalar tek tek, keserle oyularak, el testeresiyle kesilerek yapılıyordu. Kısacası eskilerin deyimiyle meşekkâtli bir işti. Köy dedeme dar gelmeye başlayınca, sanırım1930 yılından önce olmalı,14-15 yaşlarındayken kaçarak Turfal dağı üzerinden Manisa taraflarına gitti.
Oralarda çeşitli işlerde çalışmış, tenekeciliği öğrenip köye dönmüş. Köyde berber İdris’in dükkânını kiralayıp kadınlara faraş, kap-kacak, çocuklara düdük yapıp satmaya başladı. Ancak o dönemlerde tenekeciliği genelde Roman vatandaşlar yaptığı için, bu yaptıkları hoş karşılanmadı. Ailesi “bırak” dedi, o bırakmadı. Sonra Ferit Ağabeyinden hastanelik olma derecesinde sopa yedi. Evde günlerce yattı. İyileşince tekrar kaçtı. Mangal kömürü üretip İstanbul’a gönderen, İstanbul merkezli yabancı bir şirkette kâtip olarak işe başladı. Uzun boyu ve gelişmiş fiziğiyle yaşından büyük gözüküyordu. Okuma yazma ve hesap biliyordu. Eski yazıyla yazılmış Osmanlıca belgeleri okuyabiliyordu. Matematiğe yatkın kafası vardı. Girişkenliğiyle çabucak mangal kömürü üreten ocaklarda üretim ve sevkiyat sorumlusu oldu. İşleri tek başına yürütmeye başladı. Şirketin Manisa’daki en yetkili adamı oldu. Daha 16 yaşında Hüsnü Bey oldu.
Dama oynamayı seviyordu. Manisa’da dama oynanan kahveye gitti. Dama oynayanları seyrederken oynayanlar kendisi hakkında Adığe dilinde konuşmaya başlıyorlar. Birisi “bu yabancı balık yenilen yerden (Karadeniz )gelmiş olabilir, Onlara çok benziyor’’diyor. Öbürü “tabancası da var, belinden sarkıyor’’diyor. Bir öbürü de “bu başka bir yerden gelmişe benziyor” diyor. Hüsnü Bey kimliğini saklıyor. Bunlarla defalarca dama oynamasına rağmen kendisini tanıtmıyor, Adığe olduğunu söylemiyor. Laz zannediyorlar. Yıllar sonra kendisi hakkındaki konuşmaları zevkle etrafına aktarıyor.
Yıllarca köydeki ailesi ondan haber alamamış, merak içinde kalmışlar. Annesi ‘’Hüsnü, Hüsnü, nerdesin oğlum, hasta mısın, öldün mü, yaşıyor musun?’’derken hastalandı.
Çok para kazanmışsa da aynı hızda harcadığı için para tutmamış. Köye, askerlik çağı gelince dönmüş. Ablasının kızı Seviye “annesi paran var mı oğlum? Diye sorduğunda o zamanlar büyük para sayılan on lirayı çıkarıp annesine gösterirmiş: “Bak bu cebimde on lira var” deyip, hızla parayı öbür cebine sokup, o parayı da “bak bu cebimde de on liram var” dermiş. Annesine o parayı göstermek için o parayı harcamazmış” diye anlatır. İkinci kaçışında gittiği yerde Çerkes Eğeri de yapmayı öğrenmiştir. Köydeki samanlıklarında eğer yapıp, kasabadaki toptancılara satar. Sonra askere gider. Mithat Dayım bana “çivilere asılı aletleri ve deri parçalarını gördüm” demişti. Askerden gelince çeşitli işler yapar. Bir bölümünü eğer imalathanesine çevirmiştir. Birkaç arkadaşıyla Turfal dağında takunya yapıp, satılması için kasabaya gönderir.
Okumak ailemizin genlerine işlemiş. Okumuş soyadını alan Zekeriya Efendi büyük dedemiz gerçekten bilinçli bir seçim yapmış. Köyümüze Kurtuluş savaşı yıllarında Mehmet Akif Bey’in çıkardığı Sebil-ü Reşat Dergisi, İstanbul ve Bursa’da yayınlanan gazeteler geliyordu. Hüsnü Bey okumayı ve yazmayı severdi.
Köylerden yün toplayıp, köyün kızlarına yünleri eğdirip iplik yapmaya başladı. İpliklerden aba kumaşı yapıp kasabadaki tüccarlara, pazarcılara satıyordu. Kirmenleri ve dokuma tezgâhları kendi yapmıştı. Kasabada köprübaşına yakın bir yerde, geniş bir ev kiralayıp köyden getirdiği kızlarla tezgâhları çalıştırdı. Aba kumaş dokudu. Bu işle uğraşırken Arnavut kökenli bir kızla evlendi. Aba kumaş işini ilerletemedi. Daha ince kalitedeki kumaşa geçiş yapmadı veya yapamadı. Sermayesi, belki bilgisi, o günün şartları yeterli olmadı.
Ağaçla yapamayacağım şey yok derdi. Amcasının oğlu Rauf Okumuş ve bir arkadaşıyla beraber Turfal dağında başladıkları ağaç eşya imalatını Bursa’da sürdürdüler. Ellili yıllarda seri olarak yaptığı güzel takunyaları komşu vilâyetlere gönderiyor, bu takunyalar her yerde satılıyordu. Okçular ve Çancılar arasında “Kara giydi” adındaki tekkeyi kiralayıp, içine bir bıçkı koydu. O zamana kadar takunyalar keserle, elde yapılıyordu. Doğal olarak bu şekilde hızlı ve standart bir üretim olmuyordu. Hüsnü Bey imalatı hızarda yapmaya başladı. Sürekli yanan sobanın üzerinde markasının olduğu döküm bir levha vardı. Takunyalara marka basılıyordu. Sonra imalathanenin bir bölümünde lastik geçiriliyordu. Yaptığı imalat piyasada çok tutar. (geniş zaman ve geçmiş zaman anlatım arasında gidip geliyor, hepsi aynı zamanda olsun) Telefonla, daha çok mektupla verdikleri siparişleri zamanında alamayan tüccarlar, sipariş verdikleri takunyaları alsınlar diye adamlarını ellerinde çuvallarla imalathaneye gönderiyorlarmış.
Daha sonra kasabaya geri döndü. Burada, Dana Çayırı’nda kurduğu atölyede iş makinelerin kasnaklarını yaptı. Tek parça motor kasnağı Türkiye’de ilk defa yapılıyordu. O zaman bir elektrik motoruna bağlı olan kasnaklarla çok sayıda motor çalıştırılıyordu. Bu buluşunun patentini alıp Türkiye’nin dört bir tarafına gönderdi. Kasabada oğluyla beraber çalışıyordu. Kazancı çok iyiydi. Büyük kızını evlendirdi, sonra oğlunu evlendirdi. Küçük kızını da okutmayı çok istiyordu.
Hüsnü Bey bilgisi, kültürü ve ağır duruşuyla kısa zamanda kasabanın ileri gelenleri arasına girdi. İyi bir hatipti. Doğal olarak siyasetten uzak kalamadı. Demokrat Parti listesinden milletvekili adayı göstermek istediler, kabul etmedi. Politik tercihini Rahmetli Osman Bölükbaşı’nın lideri olduğu Millet Partisi’nden yana kullandı. Bir yandan da kasabadaki kültürel faaliyetlere katkı koyuyordu. Öğrenciler için tiyatro oyunları yazıyor, yönetmenlik yapıp rollerini nasıl oynayacaklarını gösteriyordu. Bir film için senaryo yazdı. Senaryo tasarımlarını yaparken ‘’senaryoyu bitireceğim diye dişlerimi sıkmaktan dişlerime kan bulaştı’’ derdi. Bir sinema senaryosu için bir miktar para aldığını söylüyordu.
Dedem, bana particiliği bırakmasını şöyle anlatmıştı; “Millet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne dönüştü.1963’te Alpaslan Türkeş kongrede partiyi ele geçirdi. Türkeş’in adı 1962 ve 1963 yıllarında Talat Aydemir’in ihtilal girişimlerinde geçmiş ve son ihtilal girişimi ile ilgili olduğu için suçlu olarak yargılanmıştı. “Biz bundan sonra ihtilal yaparak mı iktidara geleceğiz?” deyip, siyaseti bırakmaya karar verir. Partinin ilçe başkanıdır. Teşkilatları dolaşmaya çıkan ve kasabadaki parti binasına gelen Türkeş’e hoş geldin demeyip arkasını dönüp parti binasını terk eder ve siyaseti bırakır.
Evet, size Hüsnü Beyi anlattım. Ender rastlanır bir insandı. Çok bilgiliydi, çevresine yol gösterirdi. Birçok problemi çözer, kasaba eşrafına yardımcı olmak için, onlarla Ankara’ya giderdi. İmalâta yatkın bir kafası vardı. Mustafakemalpaşalı tatlıcılara çok yardımı dokunmuştur. Tatlı imalatçısı Hüseyin Ortalık, Hüsnü Okumuş’un yeğeni Mithat Bey’e şunları anlatmıştır; “Bir makine gördük, onun birebir kopyasını yaptık. Bu makine, Kemalpaşa tatlısının hamurunu bölecek ve bölünmüş hamurları dönen tepsiye koyacaktı. Ancak makine bu işi yapmadı, gittik ona anlattık. Sanki makineyi o yapmış gibi sorular sordu. Sonra bize ne yapmamız gerektiğini anlattı. Onun dediklerini yaptık ve makine istediğimiz gibi çalıştı”.
İyi bir hatipti demiştik, kasabadaki törenlerde konuşmalar yapardı. Esnaf derneğinin kongrelerinde divan başkanıydı. Yıllar geçer, dayım Mithat Okumuş kasabaya döner ve 1978 yılında bir dükkân açar. Esnaf derneğine üye olur. Derneğin kongresine katılır. Kongre tartışmalı geçmiş, gözlemci olarak kongreye katılan hükümet komiseri birkaç kez kongre başkanını uyarır, bir oylamayı tekrarlatır. Kongreden çıkınca içinde bulunduğu toplulukta dayımı tanımayan yaşlı bir üye “Ah Hüsnü Bey ah, neredesin? Sen olsaydın hükümet komiseri böyle davranabilir miydi?” der.
Ağaç motor kasnağı patent süresi dolunca başka üreticiler de bu alana girmeye başladılar. Ayrıca döküm kasnakların maliyeti düşmüş ve hızla yayılmaya başlamıştı. Motor ve transmisyon milleri döküm kasnağına (Puli) göre yapılmaya başlandı. Elektrikli motorlar hızla yayıldı, neticede talep hızla azalmaya başladı.
Motor kasnağı üretimi devam ederken, motor kasnağı imalat artıklarını değerlendirmek için, başka bir makine üzerinde çalışıp patentini aldı. İplik sarma makarasının seri ve kolay üretimini sağlayan makine idi. Makaralar ağaçtan yapılıp satılıyordu ama işçiliği çok, enerji tüketimi fazlaydı. Seri üretim yapılamıyor, neticede maliyet yüksek oluyordu. Hüsnü Bey’in yaptığı makine seri üretim yapıyor, işçiliği ve enerji tüketimini azaltıyor, kârı yükselttiği gibi üretim miktarını da arttırıyordu.
Bir müddet iplik makara makinesi yapıp satarken, iplik makarası da yaptı, sattı. Plastik makaralar yaygınlaşmaya başlayınca bunu da bıraktı. Motor kasnağı talebi yavaşladığı sırada oğlu ayrıldı, İstanbul’a gidip kendine iş kurdu. İstanbul’da ayakkabıların ağaç topuklarının üretimi yapıyordu. Daha sonra büyük mağazalarda satılan tahta sandaletler imal etti.
Birkaç sene sonra Hüsnü Bey de kasabadaki mal varlığını satarak İstanbul’a gitti. Oğlundan ayrı bir semte Küçükçekmece’ye yerleşti. Oğlundan ayrı iş kurdu. Bekâr kızı da iyi bir işe girmişti.
Burada mobilya üzerinde çalışmaya başladı. Yaptığı mobilyalar için patentler aldı. Buğday öğütmek için özel bir değirmen icat etti. Bu değirmenin de patentini aldı. Yaptığı değirmen küçük ebatlı, kolay taşınabilir, masrafı az ancak randımanı çok yüksekti. Çekmece tarafında değirmeni kurdu, köylülere buğday, mısır öğüttürüyordu.
İstanbul’da çevre edindi. Sık sık Marmara Kıraathanesi’ne gidiyor, arkadaşlarıyla sohbet edip, dama oynuyordu. Burada tanıştığı insanlardan biri bir gün ‘’ mantar öğüten makine yapabilir?” misin diye sorar. Dedeme öğütülmüş mantarın (şişe tıpası cinsinden olan ağaç mantarı), akü imalatında nasıl kullanıldığını, ne kadar ince öğütülürse o kadar kıymetli olduğunu anlatır.
Hüsnü Bey, mantar öğütmek için özel bir makine yapar. Hurda mantar öğütmeye başlar. Piyasada mevcut olanlardan çok daha ince öğütür. Akü imalatçıları çok memnun kalırlar. Fakat bu küçük imalatçıların tüketimleri azdı. Daha sonra Mutlu Akü’ye öğütülmüş mantar vermeye başladı. Böylece talep ile kapasite eşitlenir, Hüsnü Bey para kazanmaya başlar, keyfi yerine gelir. Oğlu ile konuştu, beraber çalışabileceği(çalışabilecekleri) , oğlunun da kendi işini yapılabileceği büyükçe bir yer kiralamayı kararlaştırdılar. Hüsnü Bey bunun için kiralık yer aramaya başladı. İstediği gibi yer bulmak zor oldu. Epey zaman uygun bir yer aradı.
İstanbul’da Kumkapı’da büyük bir bina bulup kiralar. Akşam geç saatlerde evine gider. Hanımı ve kızı yatmıştır, pijamalarını giyip, istirahata çekilir. Bir ara uyanan hanımı “yer buldun mu?” diye sorar. ‘’Buldum ‘’der. Ev de (de bitişik) ana-kız çok sevinirler. Annesi kızına “abinlere gidelim, ona da haber verelim” derler(der). Babası “sabah gidelim” der. Şimdi mi, sabah mı gidelim diye tartışırlar, giyinip Avcılar’da oturan oğlu Ruhi’nin evine doğru yola çıkarlar. Avcılar mezarlığı yakınlarında yolda çalışma yapılmaktadır. Hafriyattan çıkan toprağı taşıyan arabalardan dökülen killi topraklar yolu kayganlaştırmıştır. Konvoy halinde giderken öndeki araç aniden durur. Hüsnü Bey’in kullandığı Skoda kamyonet kayıp korkuluklara çarpar. Hanımı bir kolunu kızının boynuna dolamış, diğer koluyla kapının açma koluna yaslanmıştır. Çarpmanın etkisiyle eşinin kapı koluna yaptığı baskı artar ve sağ kapı açılarak ana-kız kafa üstü asfalta düşerler. Hanımı orada, kızı ise ertesi gün hastanede vefat eder. Arabada en ufak bir hasar yoktur ama iki can gitmiştir. Hüsnü Bey direksiyona tutunduğu için hafif yaralanır. (1984 yılı). Bu kaza onu çok sarstı. Vefat edene kadar bu kazayı unutamadı. Çocukları da kaza için babalarını suçladılar. Bu onun için ayrı bir yıkım oldu. Kızı ile hiç görüşmedi. Kazadan sonra kızı ailesiyle Amerika’ya yerleşti
Hüsnü Bey bu feci kazadan sonra ailece yaşadığı evde duramadı, ev eşyalarını muhtaç olanlara dağıttı. Bir müddet oğlunun yanında kalır. Kumkapı’daki işyerinin bir bölümünü konut olarak kullanılmaya uygun olduğu için orada kalmaya başladı.
Mantar öğütme işine devam ediyordu. En önemli müşterisi Mutlu Akü idi. Hüsnü Okumuş “mantarı benden daha ince öğüten yok, akücüler bana muhtaç, benim için dünya malı önemli değil” diyordu. Sonunda Mutlu akü’yle iş anlaşması bozuldu. Mutlu Akü Amerika’dan gemi ile öğütülmüş mantar getirtip, İstanbul civarındaki akü imalatçılarına çok ucuza satmaya başladı. Bunun üzerine Hüsnü Bey‘in mantar öğütme işi durur.
Hüsnü Bey yaptığı makineleri seri olarak üretmeyi düşünür. Daha önce fındık soyma makinesi ile fındık ayıklama makinesi (icat edip patentlerini almıştı. Bunların seri imalatı için para yatıracak ortak aradı.
Fındık soyma makinesi ve fındık ayıklama makinesi seri imalatı için İstanbul’da bir firma ile mutabık kalır. Öngörülen sermaye firma tarafından karşılanacaktı. Resmi evrakları tamamlamaya girişirler. Muhatap firma sahibi makine mühendisidir. Bu konu üzerinde ofiste çalışırlarken, firma sahibi babasından raftaki klasörü ister. Klasör, firma sahibine yakın, babasından (babasına ise) uzaktır. Bunu gören Hüsnü Bey “bu iş burada bitti” der ve evraklarını toplar. Ortak olmak isteyenler yalvarırlar, “yapma Hüsnü Amca”, ama o geri adım atmaz. “Babasına böyle muamele eden bana ne yapmaz ki?”der, ayrılır.
Bağkur’dan emekli olmuştu. Mantar öğütmenin dışındaki makinelerin seri üretimi için görüşmeler yapar. Kafasına uygun firma bulamaz.
Mutlu Akü’den tekrar iş teklifi gelir, Amerika’dan öğütülmüş olarak aldıkları mantarı tekrar öğütmek isterler. Hüsnü Bey bu teklifi iyi bir fiyat ile kabul eder. Uzun bir zaman Mutlu Akü’ye mantar öğütür.
Seksenli yılların sonunda Kumkapı’daki evine eşimle gittim. Evinin yakınında beyaz badanalı küçük ve sade kilise vardı. Kumkapı Ermenilerinin kilisesiymiş. Evinin temizliğine Ermeni bir kadın geliyordu. Kumkapı, balıkçılık yapan Ermenilerin yaşadığı bir semtti. Bana “zenginleri yurtdışına gitti” demişti.
Atölyesinde yaptığı sedef kakmalı birbirinden güzel takımlar vardı. Hepsinin patentini almıştı. “Birkaç büyük mobilya grubuyla tasarımlarım hakkında görüşüyorum” demişti. Yaptığı işler piyasada az yapılan ve sürümü çok olan işlerdi. Çok ve çabuk para kazandığı için kimseye eyvallahı yoktu.
Atölyesinde, yaptığı değirmeni de gördüm. “Bunda mantar öğütüyorum” demişti. Yüzüne şaşkın şaşkın baktığımı görünce anlattı: “Akücüler öğütülmüş mantar kullanıyorlar, bu mantarlar onların istediği incelikte öğütülmüyor, ben öğütüyorum. Küçük üreticiler sürekli bana geliyorlar” demişti.
Yıllar geçti, Hüsnü Bey yaşlandı, gücü, kuvveti azaldı. Sık sık hasta olmaya başladı. Değirmenin yaydığı tozlar yüzünden nefes darlığı çekmeye başladı. Ölümü düşünüyor, “vakit geldi’’ diyordu. İstanbul’da ölmek istemediğini söylüyordu. Ölümü bekleyeceği sakin bir yer aramaya başladı. Bursa’ya gitti. Ancak, şehir çok değişmişti. Şehrin havasını, ortamı sevmedi. Doğduğu Güvem Köyü’ne yerleşmeye karar verdi. “Bir değirmen kurarsam oyalanırım, köylüye faydam olur” diye düşündü. Bir değirmen kurdu da. Yem öğütmek için çok faydalı oldu. Un için istediği randımanı alamadı, disk üzerinde değişiklikler yapması gerekiyordu. Güvem’in havası, sanki çocukluğundaki hava değildi, “çok değişmiş” diyordu. Hava sert gelmişti, çok zor nefes alıyordu. “Yakındaki Dereli köyünün havası daha iyidir” diye aklından geçirdi. Kepsut ilçesinin Dereli Köyü’nde teyzesinin çocukları ve baba tarafından akrabaları vardı. Balıkesir’in sanayisine (sanayi bölgesine) de yakındı.
Dereli’de yaşayacağı ve imalat yapacağı bir yer kiralayıp, un ve yem öğütmesi için değirmen yapmaya başladı. Acele etmiyordu, çünkü sağlığı iyice bozulmuştu. Değirmen tamamlanmak üzere idi. Denemelere başladı. Çıkan tozdan ciğerleri etkileniyor, hastanede bir müddet kalıyor, tedavi görüyordu. Balıkesir’de oyalanıyor, tekrar Dereli’ye gidiyordu. Hastane, Balıkesir ve Dereli arasında vakit geçiriyor. Dereli köyünde evinde yatarken gece geç vakit kuvvetli öksürük ile beraber astım krizi gelir, hastaneye götürürler, Hastanede vefat etti, cenazesini Dereli köyüne getirdiler. Güvem, Soğucak, Dereli köylerinden çok sayıda insan cenazeye katıldı. Akraba ve köylüleri tarafından teyzelerinin, babasının amcası Molla Şerif’in bulunduğu Dereli köyü mezarlığına defnedilir. Ruhu şad olsun (1917-23.10.1999)