Ahmet Koçak Yazdı; NASIL YAZIYORUM?
Köşe yazarımız Ahmet Koçak acı bir gerçeğe imza attı. Koçak; ”
Ülkemiz, yazacak konu hususunda çok bereketlidir. Gündemi takip eder; gazeteleri, sosyal medyayı yakından izlerseniz yazacak konu çoktur ve siz hangisinden başlayacağınızı şaşırırsınız. Konu çok, bende yazmaya karşı iştiyak çok ama özgürce yazmak için iklim uygun değil maalesef. Öyle her konuyu özgürce yazmak da yürek ister.
Yazacağım konuyu tespit ettikten sonra klavyenin başına geçer önce özgürce yazarım. Yazdığım yazıyı tekrar okuyunca fazla özgür yazdığımı düşünür, oto sansür uygularım.
“Dört yıldır yazıyorsun. Yazdıklarından dolayı başına kötü bir şey geldi mi?” diye sorarsanız elbette gelmedi. Gelmesin de zaten. Amatörce yazı yazıp bir de soruşturma, hapis ve hakaretlere maruz kalmak istemem. “O zaman neden korkuyorsun ki?” diyenler olabilir. Açıklayayım: Sınıfa yeni bir öğretmen gelir. Öğrencileri gözler; sessizleri, yaramazları, otoritesini sarsacak potansiyele sahip olanları, çalışkanları, tembelleri, kabadayıları tespit eder. Bir gün sınıfta otoritesine taş koyacak potansiyele sahip en güçlü olanı sınıf içinde bir güzel pataklar. Sınıfa verdiği mesaj: “Siz de kendinize çeki düzen verin ha! Yoksa sonunuz bunun gibi olur” dur. Şimdi yiğitsen özgür ol da görelim. Yazanlar, o mağdur olan yazarları hiç akıllarından çıkaramazlar; elleri klavyeye giderken titrer ve kendine gelir.
Örneğin yazımda tarikatlarda vakıflarda küçük erkek ve kız çocuklarına tecavüz edenlerle ilgili yazımı yazıp bitirdikten sonra beyaz sakalını sağ eliyle okşayan, diğer eliyle sarığını düzelten tarikat reisi gelir usuma; “sen kendini ne sanıyorsun da bizi yerden yere vuruyorsun? Kâfir misin? “Kuran yaktı!” derim Afgan Farkhunda gibi olur sonun. Müritlerimi üzerine salar, seni linç ettirir, üzerinden kamyonlar geçirtirim. Hemen o yazıyı ya sil ya da yumuşat! Bizi översen senin için daha hayırlı olur.” der. Ben cılız bir ses tonu ile:
“Yazdıklarım yalan mı? Basında zaten çıktı. Failleri mahkûm oldular. Mahkemelerde tutanakları var hacı.” derim. Erol Taş gibi kahkahalar atar, gri çizgili şalvarının cebinden pahalı telefonunu eline alır, besmele eşliğinde la havle çekerken Vatsap’ını açtığını görür görmez hemen o paragrafı ya siler, çiçek, böcek resmi koyarım.
Başka bir yazımda temel gıdaların ve akaryakıt zamlarının yakıcılığını yazmışım; “Mazot yirmi beş lira olur mu arkadaş?” sorusunu sormuşum. Paragrafta yoksul çocukların açlık çektiklerini, babalarının üzüntülerini, canına kıydıklarını gözlerim dolmuş vaziyette okurken usuma hükümetten birinin telefondaki sesi gelir; “senin gibi bir yazarla uğraşmak istemezdik. Bizi mecbur bıraktın. Bir kere o yapılanlar zam değil, fiyat ayarlamasıdır akıllım! Hem zamları biz değil, marketler yapıyor.” der. Ben yine cılız bir sesle: “Zamların asıl nedeni akaryakıt, doğal gaz ve elektriğe yapılan artışlardır. Onları indirin bakın gıda fiyatları nasıl düşüyor.” derim. Öfkelenir: “Sen çok biliyorsun. Çok bilmek iyilik getirmez! Gerisini sen düşün!” der. Ben yine; “Pahalılık yok mu? Çocuklar iyi beslenebiliyor mu? “ derim. Telefondaki yetkili bağırarak: “Sil o bölümü!” der demez gözüm delete tuşunu arar, elim tuşa gider. O paragraf yerine geçmişte yaşadığım güzel bir anımı yazarım.
Üçüncü paragraf Konsoloslukta kör testereyle kıtır kıtır kesilen Suudi gazeteci ile ilgiliymiş. Bu konu da tehlikelidir. Nereden buluyorsun mübarek böyle konuları? Emeklilikten sonra yazı yazdığım için kendisini meslektaşım olarak gördüğüm adama yazık ettiler. Neler yazmışsa artık adamı asitlerde eritip yok ettiler. Arabistan’a gidememiş de Türkiye’de başıma bir şey gelmez düşüncesiyle İstanbul’a gelmiş ve görmüş zavallı adam. Yazdıklarımı okurken Suudi kralı usuma gelir. Başörtüsündeki ay ve güneşi temsil eden siyah halkaları düzeltirken; “ Sen de kimsin? Biraz araştırdım Cidde de bulunmuşsun. Keşke o günlerde böyle şeyler yazacağını bilseydik seni helikopterle Kızıldeniz’in ortasına attırırdık. Hemen o yazıyı sil!” derken ben uzaklarda olduğunu, bana ulaşmasının zor olduğunu düşünerek; “yalan mı yazdıklarım. Adamı da dosyasını da yok etmediniz mi? Yemen’deki açlığa sebep olmadınız mı? Bir otobüs dolusu masum çocuğu bombayla havaya uçurmadınız mı?” derim. Biraz sonra: “Oraya geliyorum bekle. Seni alıp buraya getireceğim” der. Bir daha Arabistan’ın sıcağını, şu çağda krallıkla yönetilen, halkını ezen insanları çekemem “Gelme gelmee! Hemen siliyorum!.” diye bağırırım. Bu bölüme de gittiğim bir Türk Sanat Müziği konserini yazarım.
Depremde iki gün hiçbir yardımın ulaşmadığını ve Kızılay’ın beyaz sakallı başkanını yazmışım. Depremde insanlar çadır bulamayıp karda, yağmurda dışarıda sıkıntısı çekerken üç gün sonra çadır ve konserve sattığını yazmış ve kınamışım. O durur mu? Omzuma dokunup parmak sallar usumdan, “istifa etmediğine, affını istemediğine göre güçlü biri olmalı. Neme lazım sileyim gitsin. Yazacak konu mu yok. O yazı yerine buzdolabını, duvar saatini yazarım olur biter.” diye düşünüp yazıyı silerim.
Gördüğünüz gibi değerli okuyucularım, yazı yazacağım diye neler çekiyorum. Kâbuslar görüyor, kan ter içinde uyanıyorum. Gerçi olan size oluyor; doğruları öğrenemiyorsunuz. Belki ilerde özgür bir ortam oluşursa özgürce yazar paylaşırım sizinle. Az kaldı sabredin.
ahmet.kocak16@hotmail.com